
“Biz Burada Yazın Gelen Turistleri Sevmeyiz”
Avrupa’daki altı mikrodevletten biri; Vatikan, Monako, ve San Marino’dan sonra yüzölçümü ile dördüncü sırada olan: Google’da arama yapmadan ismini zor yazacağımız için, bu yazıda “Lihtenştayn” diye bahsedeceğimiz mini mini bir ülke: Fürstentum Liechtenstein.
Futbolla arası iyi olanlar belki Avrupa liglerinden ismini duymuştur bu minik ülkenin. Futbol takımında yer alan isimlerin esas mesleklerinin postacılık, kasaplık, marangozluk olduğu efsanesi dilden dile dolaşır.
Biz ise, üç arkadaş olarak arabayla 10 günde 4800 kilometre yaptığımız bir turda tanışma fırsatı bulduk Lihtenştayn ile. Rotamızdaki dokuz ülke arasında en merak ettiğimiz yer burası idi, ilk defa bu kadar küçük bir ülkeye ayak basacaktık.
Gezi rotamızda yalnızca gidilecek ülkeler ve uğramak istediğimiz birkaç spesifik nokta belliydi, bunlar dışında ne otel rezervasyonu yapmıştık ne de görülecek yerler listesi. Viyana’dan arabayı kiralayıp Mauthausen toplama kampını ve Linz’i gezdiğimiz ilk günün akşamında, aklımızda Lihtenştayn’da bir hostelde kalmak vardı. Karanlık dağların arasında ilerleyerek ülkeye vardığımızda, Avusturya plakalı bir araçta olmamızın da etkisi ile bir kafa selamı ile sınırdan geçtik. Benim için sonrası karanlık, derin bir uykuya dalmışım…
Uyandığımda Lihtenştayn’ın bomboş sokaklarında 140 km. hızla yol alıyorduk. Direksiyondaki arkadaşımın neden sinirlendiğini duyunca inanamadım: Yaz mevsiminde olduğumuz için açık otel, hostel veya pansiyon yokmuş, son iki saattir sormadık yer, çalmadık kapı bırakmamışız ama yalnızca kayak sezonunda hizmet veriyorlarmış. Durum komik olmakla beraber, gezimizin ilk gününde kafamızı yastığa koyamama ihtimali bizi biraz üzmüştü. Sokakta yol soracak insan da olmadığı için, birtakım tabelaları takip ederek 5 yıldızlı bir otelin kapısına vardık. Kişi başı 600 Euro nereden baksak bizim 10 günlük otel bütçemizin iki-üç katıydı. Ama neyse ki insaflı resepsiyonist bize “açık olabilecek” bir hostelin adresini verdi. Saat 03.00’ı geçmişti…
Gezimiz boyunca hiç yanılmayacak olan navigasyonumuz bizi arabanın boyunu aşan yükseklikte ot bitmiş toprak bir yola sokunca, resepsiyonistin insafından şüphelenmedik değil… Yine de bu yolu takip ettik; ancak yol ormanın dibindeki bir uçurumun kenarında son buldu! Bu noktada artık direksiyon değişimi yapıldığı sırada, ayı saldırısı korkusu ile bir arkadaş sakat ayağı ile inanılmaz bir hızla arabanın etrafından koşarken, diğer arkadaş da arabadan inmeden yan koltuğa atlama yöntemine başvurdu. Saat 5:00’ı bulmuştu, yol üstünde son gördüğümüz otelde de “ 1 saat sonra gelin o zaman açıyoruz,” diyen yaşlı amca bizim için son nokta oldu. Gecemiz, Avusturya’ya dönerek sınıra en yakın benzin istasyonu tesisinin otoparkında, arabada uyuyarak son buldu.
Gezimizin ikinci gününde gözlerimizi temiz dağ havası ile açtığımızda muhteşem manzarayı görebildik. Hava ışıl ışıldı, benzin istasyonunun yanındaki şık tesisteki güzel kahvaltı ve kahvenin ardından Lihtenştayn’a ikinci kez girmeye hazırdık!
Sınır polisleri bu kez arabamızı durdurup pasaportlarımızı istedi. Avusturya plakalı bir araçtaki bir Türk, bir Macar ve bir Amerikan pasaportuna sahip üç Türkiye vatandaşı olarak, pasaportları memura uzatırken arkadaşım “Gece ülkenizi birbirine kattık haberiniz yok,” diyordu, Türkçe konuşarak tabii.
Yol planımıza göre Lihtenştayn’ı görüp, fazla vakit kaybetmeden İsviçre’ye geçecektik. 160 kilometrekarelik ülkede baştan başa ilerlerken, farkında olmadan birkaç şehir geçmişiz. Derken, ülkenin başkenti Vaduz’daki bildiğimiz en ünlü yer olan Vaduz Kalesi’ne ulaştık. Bu noktada ikinci kez hevesimiz kursağımızda kaldı: Girişteki tabelada “private” (özel mülk) yazıyordu. İnanmak istemeyerek güvenlikçiye sorunca öğrendik. Kalede prens yaşıyormuş… Tek çaremiz şatonun önünde fotoğraf çektirerek, kıvrıla kıvrıla Alpler’e tırmanan yolu takip etmek oldu. Bir süre sonra İsviçre’ye geçip geçmediğimizi, geçiş anını nasıl kaçırdığımızı tartışmaya başlamıştık. Dağ yolunda galiba sınır kapısı yoktu…
Kısa süre ayırdığımız için biz Lihtenştayn’ın sadece havasını koklayabildik, ama bir dahaki sefere mutlaka kayak sezonunda yolumuzu buraya düşürmeye karar verdik. Havalimanına sahip olmadığı için, en kolay ulaşım İsviçre’nin Zürih kentinden sağlanabilen ülkenin görülecek yerleri arasında Kunst Sanat Müzesi ve Vaduz Katedrali yer alıyor ve Alp mimarlığının tipik örneklerini barındırıyor.
[one_half] [align type=”left”][/align] Yazan Pınar Koyuncu:
Burak Erdal
Nasıl bir ülke,isviçreden pahalı bir yermi?