“Ruhumu kalıpta eritip dondurmuşlar. Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar…” demiş Necip Fazıl. Sahiden de şehirler insanın ruh kalıplarıdır ve pek çoğumuzun düşündüğünün aksine, şehirler aslında canlıdır. Tıpkı üzerinde yaşayan insanlar gibi doğar, büyür, gelişir, dönüşüm geçirir ve ölürler.

Bizimle birlikte ayaklanır, bizimle birlikte aşık olur, direnir, şair olur, dumandan astım olur, trafikte boğulur şehirler. Çarşılar, meydanlar, pazarlar, sokaklar, otobüsler, vapurlar, simitçiler ve martılar… Şehri şehir yapan, İstanbul’u İstanbul yapan ahalisinin ruhudur. Büyük şehirlerde insan, hüznü de sevinci de bol kepçeden bulur. Kah alışveriş torbasını doldurur, kah çöp sepetini. Büyük şehirlerin nüfusu gibi ruhları da geniş olur. Ne kadar  farklı insan, farklı kültür varsa duygu zenginliği ve karmaşası da o kadar çoktur şehrin. Bu yüzden İstanbul gibi bazı şehirler hem yaşlı, hem çocuk olur.

Kısacası şehir, içinde yaşayanlarla ruh ve kimlik bulur. Biz yorgunsak İstanbul o gün yorgundur, biz mutluysak daha huzurlu… Biz sanatçıysak sergi olur o koca kent, biz müzisyensek konçerto.

Şehrin bir de aynaları vardır. Büyük vitrinler, pencereler değildir sırf bu aynalar. Öyle aynalardır ki, her duyguyu her düşünceyi yansıtır. Yüksek binalı şehirlerin egosunun da yüksek olması belki bu yüzdendir. Yeşil kentlerse aldığı nefese kanaatkardır. Şehir kendi nefes alabiliyorsa şehirlisine de aldırır. Tıpkı ayna gibi, şehir de aldığını yansıtır…

Evet, şehirler üzerinde yaşan insanlara göre şekillenir. Şehir bizim ruhumuzla rengini ve sesini bulur, kağıt üzeri projelerle, rant ilişkileriyle değil. Sonra o rengi ve zenginliği tekrar bize aktarır.

Gökdeleniyle gecekondusu aynı boğaza bakan, camisiyle sinagogu yan yana olan, izole edilmiş yoksul yaşamlarla ayrıcalıklı ve varlıklı hayatların bir arada yürüdüğü bir şehir İstanbul, farklılıklarla dolu, zengin bir mozaik… Her kırık köşe, her yakılan bina, gömülen tarih, kazılan her avuç toprak, sökülen her ağaç, şehrin ruhunu zedeliyor ve onu ufak bir kalıbın içinde sıkıştırıyor. Kent sıkışınca, biz de sıkışıyoruz. Daralıp da kaçmak istememiz bazen bu yüzden. Peki ya durumu tersine çevirsek? Yeşil ve özgür alanlarla dolu, her köşesi renkli ve canlı şehirde yaşamak, yaşarken her dakikasından keyif almak bir hayal mi? Ruhu özgürleştirmek ne kadar hayalse o da o kadar…

Dönüşümün ve gerilimin ortasındayken, ruhumuzu renklendirmek de bizim elimizde, özgür bırakmak da; şehri sessizleştirip sıkıştırmak da elimizde ona ses verip sahip çıkmak da…


[one_half] [align type=”left”]eceeyisoy[/align] Yazan A. Ece Eyisoy:
Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Mezunu
Ece tarafından yazılmış tüm yazılar için tıklayın …

No Comments
Post a Comment